Bugün çok saygıdeğer hocam Sayın GüLsen Meral ile konuştuk. Kendisi hem İngiltere’de hem
de Türkiye de yaşıyor. Çeşitli hastanelerde uzman, başhekim yardımcısı ve başhekim olarak
görev yapmış Gülsen Meral ayrıca Çocuk Sağlığı ve Hatalıkları uzmanıdır.
Hastalık kaynağının belirlenmesinde genetik biliminin çok iyi irdelenmesini beyan eden Meral,
ayrıca Tıbbi Genetik alanında doktorasını tamamlamıştır.
Nutrigenetik -Epigenetik Derneğinin kurucusu olan Sayın Meral yoğun klinik çalışmalarıyla hem Londra’da
Hem Türkiye’de ilkleri başarmak istiyor ki bugüne kadar büyük başarılar da elde etmiştir.
Genetik testinin altını ısrarla çizen hocamız, test sonrası hastanın hastalığının önceden tayin
edilmesinden ötürü davranışlarıyla önlem alınacağını belirtmektedir.
Gülsen en Meral Türkiye’de güçlü takip edilmesi gerekilen uzman bir sağlıkçıdır.
Kendisine teşekkür ediyorum.
Gülsen Meral röportajı sizlerle…
1)MERHABALAR. ÖNCELİKLE KENDİNİZİ KISACA TANITIR MISINIZ?
1994 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezunoldum. 2001 yılında Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı oldum ve çeşitli hastanelerde uzman, başhekimyardımcısı ve başhekim olarak görev yaptım. 2019-2021 yılları arasında Kuzey Kıbrıs İTÜ’de Rektör Danışmanı olarak çalıştım. Aynı zamanda akupunktur eğitmeniyim. Nutrigenetik yükseklisans dersi verdim ve öğretim görevlisi olarak görev aldım. Aynı zamanda çocuk gelişimi üzerine lisans ve yüksek lisans dersleri de verdim. Çok sayıda ulusal ve uluslararası yayınım bulunmakta olup, yayın kurullarında hakem olarak görev yaptım. Hastane Yönetimi alanında yüksekl isans eğitimi aldım. Türk Dili Edebiyatı lisans eğitimi aldım. Tıbbi Genetik alanında doktora programını tamamladım. Bilimsel başarılarımın yanı sıra şiir konusunda da iddialıyım ve 5 adet kitabım bulunmaktadır. Nutrigenetik ve Epigenetik Derneği'nin kurucusuyum ve Yeşilay, Rumeli Derneği, İstanbul Akupunktur Derneği ve Uluslararası Nutrigenetik ve Nutrigenomik Derneği üyeliklerim bulunmaktadır. Birinci ve ikinci Uluslararası Epigenetik Kongresi'ne başkan olarak katılmakla beraber yurt dışında pek çok kongrede hem bilim kurulunda konuşmacı olarak hem de organizasyon komitelerinde görevaldım. Şuanda İngiltere merkezli Epigenetik Koçluk’un kurucusuyum. Epigenetik Koçluk olarak bünyemizde; sertifikalı CPD nutrigenetik epigenetic eğitimleri, danışmanlıklar, araştırmalar ve gerçekleştirilmektedir.
2)HOCAM SİZ EPİGENETİĞİN KURUCUSUSUNUZ. EPİGENETİK NE DEMEKTİR? NEYE YARAR?
Yaklaşık 15 yıl önce sağ bacağımdaki ağrılar, astım atakları, tip 2 diyabet ve ciddi tansiyon düşüklüğü gibi sağlık sorunları yaşamaya başladım. Bu dönemde en zorlandığım anlardan biri, kızımın oyun isteğini reddetmek zorunda kalıp “yorgunum” demekti. 10 yıl önce, ciddi bir tansiyon düşüşü ve karın ağrısı ile acil servise başvurdum ve kapiller sızıntı sendromu teşhisi kondu. Bu zorlu süreçler, sağlığımı düzeltmek için epigenetik ve beslenme değişikliklerini öğrenmeye itti. Akupunktur ve beslenme düzeniyle hastalıklarımdan kurtuldum. Bu yolculuk sırasında aklımda sürekli şu soru vardı: “Eğer astım, alerji ve diyabet genetikse, nasıl değiştiriyoruz?” Yanıt ararken epigenetik kavramıyla tanıştım ve bu alanda doktora yapmaya karar verdim. Bir gün kızımın yazılım üzerine çalışmalarını izlerken aniden bir farkındalık yaşadım. Bilgisayar bir donanım (hardware), yazılım ise bu donanımı çalıştıran yazılım (software). Peki ya bizim de adenin-timin-guanin-sitozin bazlı bir yazılımımız varsa? O zaman genetiğimiz donanımımız (hardware), epigenetik de yazılımımız (software) olmalıydı. Bu farkındalıkla, kendi genetik yazılımımı ‘reset’leyebileceğim düşüncesi beni epigenetik alanında derinleşmeye yönlendirdi. Epigenetik, DNA dizisinde bir değişiklik olmadan gen ifadesinde meydana gelen ve nesillere aktarılan kalıtsal değişiklikler olarak tanımlanır. Bu süreç, anne karnında başlar ve çevresel koşullara bağlı olarak genlerin nasıl ifade edileceğini belirler. Epigenetik modifikasyonlar, genetik mutasyonlardan farklı olarak, DNA'nın kendisinde bir değişiklik yaratmadan, genlerin çalışmasını etkileyen kalıcı ve kalıtsal değişiklikler olarak nesiller boyunca aktarılabilir. Bu, gen ifadesinde değişiklikler yaparak, aynı genetik yapıya sahip bireylerde bile farklı fenotipik sonuçlar doğurabilir. Sağlığımızı korumak ve sürdürülebilir bir şekilde devam ettirmek için genetik yapımıza uygun bir beslenme ve yaşam tarzı oluşturmanın önemi günümüzde geniş kitleler tarafından kabul görüyor. “DNA kaderin değil” sloganıyla öne çıkan epigenetik bilimi, genetik yapımız ile çevresel faktörler, özellikle de beslenme arasındaki bağlantıyı anlamamıza yardımcı oluyor. Eskiden yalnızca genetik yatkınlıkla ilişkilendirdiğimiz alerji, kalp hastalıkları, otoimmün hastalıklar, nörodejeneratif hastalıklar ve kanser gibi birçok rahatsızlığın, aslında genetik yatkınlıktan ziyade çevre koşullarına bağlı epigenetik değişimlerle tetiklendiği anlaşıldı.Örneğin, meme kanseri genine sahip olmak, sizi yüksek risk altında bırakabilir; ancak çevresel etkenler, yaşam tarzı faktörleri, beslenme ile kanseri önleyen genlerin aktif hale gelmesi bu genetik yatkınlıkları kader olmaktan uzaklaştırmaktadır işte bu epigenetik etkidir. . Kalıtsal BRCA mutasyonuna sahip olan kadınlar, sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyerek meme kanseri riskini önemli ölçüde azaltabilir. Bu, genetik yapımızın ötesinde sağlığımız üzerinde daha fazla kontrol sahibi olabileceğimizi gösterir.
Prostat kanseri vakalarında yapılan bir araştırmada, yalnızca 3 günlük bir beslenme değişimi ve 3 ay süren düzenli beslenme ve egzersiz programının, genlerdeki olumsuz epigenetik değişikliklerin geri döndüğünü göstermiştir. Benim "3 Gün Mucizesi" olarak adlandırdığım bu yaklaşımda,3 günlük bir beslenme planı değiştirdiğimizde, epigenetik değişimlerin fark edilebilir olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde, yapılan bir çalışmada 8 haftalık beslenme değişikliği, egzersiz, takviye kullanımı ve uyku düzeni gibi faktörlerin, biyolojik yaşı 3 yıl geriye aldığı kanıtlanmıştır. Bunu basitçe açıklamak gerekirse, beslenme tercihleri, takviyeler ve epigenetik bileşenler (örneğin, kurkumin, kuersetin, yeşil çay vb.), genlerin "açma-kapama düğmeleri" gibi işlev görebilir. Kanser, otoimmün hastalıklar ve alerjilerle ilişkili genlerdeki olumsuz epigenetik değişiklikler tersine çevrilerek bu genler yeniden "açılabilir". Böylece, bu hastalıkların klinik belirtileri azaltılabilir ya da tamamen geriye döndürülebilir.
Egzersizleri de unutmamalıyız. Düzenliyapılan egzersizlerin, kanser engelleyici P53 geninde olumlu epigenetik değişikliklere yol açtığı da gösterilmiştir. Otoimmün tiroidhastalarda yürüttüğümüz bir çalışmada, 3 aylık glutensiz ve kazeinsiz beslenme ile bağışıklık sistemimizin dengelenmesinde rol oynayan bir gendeki olumsuz epigenetik değişimin geri döndüğünü ortaya koyduk ve bu bulguları yayımladık. Ayrıcaanne ve babaların davranışları, çocukların hayatında epigenetik değişiklikler yaparak uzun vadede biyolojik ve psikolojik sağlıklarını etkileyebilir. Epigenetik süreçler, çevresel faktörler ve ebeveyn tutumları gibi dış etkenlerin, çocukların gen ifadelerini değiştirmesi ile ortaya çıkar. Örneğin, stres, travma, sevgi ve bakım eksikliği gibi durumlar, genlerin açılıp kapanma süreçlerini kontrol eden DNA metilasyonu ve histon modifikasyonları gibi epigenetik mekanizmalar üzerinde etkili olabilir. Ve biyolojik yaşlarını ileriye götürebilir.
Peki, bu değişimi nasıl sağlayacağız? Diyet, egzersiz ve çevresel koşullar, genlerdeki epigenetik değişimlerin "açılması" veya "kapatılması" bakımından büyük önem taşır. Bu koşullar, kişisel yaşam tarzı ve beslenme ile birlikte sağlığımıza olumlu etki yaparak hastalık riskini azaltabilir.
GENLERİMİZLE DANS ETMEK BİZİM ELİMİZDE.
YAŞ ALABİLİRSİN AMA YAŞLANMAMAK ELİNDE
“İNGİLTEREMERKEZLİ EPİGENETİK KOÇLUK OLUŞUMUDÜNYADA İLK DEFA BU TESTLERİN ANLAŞILMASIVE KLİNİKTEKULLANILMAYI SAĞLAYANBİR SİSTEM KURGULADIK VEŞİMDİLERDEBU HİZMETİTÜM DÜNYAYA AÇMIŞ BULUNMAKTAYIZ.”
3)GENETİK TESTİ NASIL YAPILIR VE NEYE YARAR?
İnsanların genetik yapısı %99,99 oranında aynı olsa da, %0,01’lik küçük farklılıklar kişisel farklılıklara sebep olur. Bu farklılıklar, insanların besin maddelerine, çevresel etkenlere ve yaşam tarzına farklı tepkiler vermesine neden olur. Bu da kişiye özel beslenme ve yaşam tarzı programlarının önemini ortaya koymaktadır. Genetik yapınıza uygun bir beslenme şekli ile sağlığınızı iyileştirmek mümkündür. Örneğin; kahve bazı kişilere iyi gelirken bazı kişileri kalp hastalıklarına yatkın kılmaktadır. Çünkü kafeinin çoğunlukla CYP1A2 enzimi tarafından metabolize edilir. Bu enzimi kodlayan gende sorun varsa enzim yavaş çalışır ve bu genetiğe sahip kişiler kafeinin etkilerine daha fazla maruz kalır. DAO geninde sorun olan kişilerin DAO enzimi iyi çalışmaz. Bu yüzden turşu gibi fermente gıdalar veya metformin etken maddesi içeren ilaçlar o kişilere uygun olmayabilir. Kendimden örnek verecek olursam, nutrigenetik bilgisine sahip olmadığım dönemde turşunun sağlıklı olduğunu düşünerek tükettiğimde, beynimde ödem ve baş ağrısı hissediyordum. Ayrıca, herkes metformin kullanarak kilo verebilirken ben şişiyordum. Bunun sebebi, genetik yapımın buna uygun olmamasıydı Histamini parçalayan enzimleri kodlayan genlerime bağlı enzimimin yeterli çalışmaması histamin artışına bağlı klinik olarak ödem artışı beyin sisi, yorgunluğum oluyordu. Hastalarım arasında da benzer genetik yapıya sahip olanlarda, fermente gıdalar tüketildikten sonra hastanelik olanları gördüm.
Nutrigenetik testler, vücudumuzdaki kimyasal olaylarda görev alan genlerin farklılıklarını ortaya çıkararak kişiye özel bir yaşam tarzı oluşturulması açısından çok önemlidir. Kendi genetik yatkınlığım üzerinden örnek vermem gerekirse, genetik testlerim diyabete yatkın olduğumu gösterdi. 23 yaşlarımda asistan olarak çalışırken sabah erken kahvaltı yaptıktan sonra saat 10 gibi ciddi bir açlık krizi yaşıyordum ve glikoz metabolizmamın bozulduğunu fark ediyordum. Daha sonra genetik testlerim sayesinde, melatonin reseptörünü kodlayan MTNR1B genimde sorun olduğunu öğrendim. Sabah çok erken kahvaltı etmek, glikoz metabolizmamı bozuyor ve diyabete yatkınlığımı artırıyordu. Şimdi, geç kahvaltı ettiğimde yaşam kalitemin arttığını görüyorum. Benzer şekilde, oğlumun da genetik yapısı bana benzediği için sabah erken kahvaltı etmiyoruz.
Kendimizi makine gibi düşünürsek, az ya da çok çalışan parçaların tespiti için nutrigenetik testler önemlidir. Örnek verecek olursak laktoz intoleransı Laktoz; süt ve süt ürünlerinde bulunan glikoz ve galaktozdan oluşan bir disakkarittir. Laktoz ince bağırsakta laktaz enzimi tarafından glikoz ve galaktoza parçalanır ve yine ince bağırsaktan emilir Dünya nüfusunun yaklaşık %65'inde laktoz intoleransı vardır ve Türkiye’de bu oran daha da yüksektir. Bu oran, Asya ülkelerinde çok daha yüksek, Kuzey Avrupa’da ise çok daha düşüktür. Laktoz intoleransı, mide-barsak şikayetleri dışında baş ağrısı, kas ağrısı, eklem ağrısı, ağız ülseri, idrar yolu şikayetleri ve konsantrasyon kaybına da neden olabilir. Ayrıca bağırsaklarda bifidobakteri artışına neden olarak mikroorganizmaların dengesizliğine de yol açabilir. Genetik test sonuçlarına göre, Türkiye'de yapılan araştırmalar, nüfusun yaklaşık %80'inde laktoz intoleransı olduğunu göstermektedir. Laktoz intoleransının genetik bir temeli bulunmaktadır ve MC4R geni bu süreçte rol oynayan önemli bir faktördür. MC4R genindeki varyasyonlar, laktoz intoleransının gelişimi ile ilişkilendirilmiştir. Türkiye gibi toplumlarda, bu genetik özellik yaygın olduğundan, laktoz intoleransı oldukça sık görülen bir durumdur. Laktoz intoleransı riski taşıyan kişilerin laktoz içeren gıdalara dikkat etmesi gerekir. Laktoz intoleransının yönetimi, diyet değişikliği, laktaz takviyesi ve ikincil laktaz eksikliği olan kişilerde altta yatan durumun tedavi edilmesini içerir. Laktoz içeren ürünlerin alımından kaçınılarak diyetle laktoz alımının sınırlandırılması, hastalığın semptomlarını iyileştirir. Bende maalesef genetik testime göre süt ve süt ürünü kullanamam.
En önemli soru, kime hangi besini vereceğimizdir. Kişinin nutrigenetiğine göre beslenme dizayn edilmeli ve nutrigenetik testlere göre takviye tercihleri planlanmalıdır. Örneğin, tek karbon metabolizmasında önemli bir rol oynayan folat ve metiyonin döngüsünde yer alan CBS geninde sorun olan kişilerde brokoli, lahana gibi sülfür içeren gıdalar sorun yaratabilmektedir. Ben de CBS genimdeki sorun nedeniyle bu gıdaları tükettiğimde beyin sisi ve ağrılarımın arttığını fark ettim, ancak genetik test sonucumu görene kadar sebebini anlamamıştım. Yapılan çalışmalarda, CBS geninde sorun olan otizm hastalarında sülfür içeren gıdaların azaltılmasıyla ajitasyonun azaldığını ve fibromiyalji hastalarında ise ağrıların azaldığını gördük. Kendi hastalarımızda da bu durumu gözlemlediğimiz için bu konuda bir çalışmamız yayınlandı. Örneğin, CBS geninde sorun yaşayan kişilerde, yüksek doz B6 vitamini kullanılması önerilmez. Yine tek karbon metabolizması ile alakalı olarak, hamilelik döneminde folat alımının önemi üzerine yapılan araştırmalar, nöral tüp defektlerinin azalmasıyla folat takviyesinin gündeme gelmesine yol açmıştır. Folat, doğal olarak yeşil yapraklı sebzeler gibi gıdalardan aldığımız bir vitamindir, ancak takviye olarak kullanılan folik asit, folatın sentetik bir formudur. Folat döngüsünde folatı aktif forma dönüştürmek gerekir ve bu dönüşümde yer alan MTHFR enzimi, MTHFR geni tarafından kodlanır. MTHFR geninde sorun olduğunda, enzim aktivitesi azalır ve bu da aktif folat elde edilmesini engeller. Aktif folatın yetersizliği, folat döngüsünde metil donörü olarak kullanılamamasına ve homosistein seviyelerinde artışa yol açabilir. Yüksek homosistein seviyeleri ise kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz ve Alzheimer gibi birçok hastalığın risk faktörü olarak bilinmektedir. Sonuç olarak, genetik yapının belirli besinlere ve takviyelere nasıl yanıt verdiğini anlamak, kişiye özel bir beslenme planı oluşturmanın anahtarıdır. Bu nedenle, nutrigenetiktestler, hem genel sağlık hem de hastalık risklerini yönetmede kritik bir rol oynar. Nutrigenetik testler, kişiye özel vitamin ve takviye önerilerini de belirler. İnsan vücudu metabolizmasından görev alan enzimlerin ve proteinlerin farklılıklarını tespit edip buna göre beslenme ve takviye önerisi yaparak hassas tıp dediğimiz kişiye özel yaklaşım ile epigenetik olumsuz değişiklikleri önleme şansımız bulunmaktadır. Hassas tıbbın temelinde hastalıklara yatkınlıkları öngörmek; örneğinalerji, infertilite, otoimmün, Alzheimer ve bazı nörodejeneratif hastalıklara yatkınlıkları ve bu hastalıklara karşılık önleyici bir yaklaşımla kişiye özel tedavi planları oluşturmak bulunur. Ama en önemlisi her zaman vurguladığım gibi testleri yapmak değil testleri kişilerin anlayıp uygulaması yani hassas tıbbın son adımı olan kişilerin katılımcı olması gerekir.
Bu sebeple İngiltere merkezli epigenetik koçluk oluşumu dünyada ilk defa bu testlerin anlaşılmasını ve klinikte kullanılmasını sağlayan bir sistem kurguladık ve şimdilerde bu hizmeti tüm dünyaya açmış bulunmaktayız. Genetik temelli beslenme olarak tanımlayabileceğimiz Nutrigenetik ve çevre koşullarının etkisiyle şekillenen Epigenetik yolculuğunda, genotip ve fenotip arasındaki ilişki sıkça gündeme gelmektedir. Genotip, bir bireyin sahip olduğu genetik kodları ifade ederken, fenotip bu genetik kodların çevresel faktörlerle etkileşimi sonucu ortaya çıkan dış özelliklerdir. İnsanların genetik yapısı %99,99 oranında aynı olmasına rağmen, %0,01’lik fark, yani tek nükleotid polimorfizmleri (TNP’ler), bireylerin fenotipik farklılıklarını ortaya koyar. Bu noktada, fenotipin genotip üzerindeki etkisi vurgulanmalı, yani çevresel faktörlerin ve epigenetik değişimlerin genetik ifadeyi nasıl şekillendirdiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bizlerde fenotipten genotipe bir yaklaşım benimsedik. Şöyle ifade etmek gerekirse alerji, kalp hastalıkları, otoimmün hastalıklar, nörodejeneratif hastalıklar ve kanser sebep açan genetik yatkınlıklara bakarak değerlendirmek diyebiliriz, Nutrigenetik ve Epigenetik Danışmanlık eğitimi ile bu testlerin önemini ve klinikteki kullanımlarını anlatıyoruz. Temel bilimler ile Klinik bilimi biraraya getirerek multidisipliner yaklaşıma sahip hocalar ile hassas tıp uygulamak mümkündür. Hassas tıp dendiğinde 4P (Predictive (Tahmin Edici), Preventive (Önleyici), Personalized (Kişiselleştirilmiş), Participatory (Katılımcı) tıp olarak da adlandırılan hassas tıp, kişisel sağlık risklerinin belirlenmesinde, kronik hastalıkların önlenmesinde, teşhis edilmesinde ve tedavisinde kullanılmakta ve bireysel sağlığı etkileyen fenotipik, genotipik ve çevresel faktörlerin belirlenmesini amaçlamaktadır. Hassas tıp önemli ayaklarından biri farmakogenetiktir. Farmakogenetik de kişiye özel ilaç seçimlerinde önemlidir. Yurt dışında artık farmakogenetik kartlar kullanılmaktadır. Örnek verecek olursak tamoksifen meme kanserinde en çok kullanan ilaçlardan bir tanesidir ancaktamoksifenin etki etmesi için aktif hale geçmesi gereklidir.Tamoksifeni aktif hale getiren enzimi kodlayan genlerde sorun olduğundatamoksifen aktif hale geçmeyerek o kişiye yeterli faydayı göstermemektedir ve o kişide hastalık tekrarlama riskiartacaktır.Nutrigenetik kişinin genetik yapısına uygun bir beslenme planı oluşturmayı amaçlamaktadır. Herkese aynı diyeti önermek yerine, genetik yapınıza uygun yiyecekleri seçmek ve sağlıklı bir yaşam tarzı oluşturmak mümkündür. Bu sayede, gereksiz vitamin ve takviyelere ihtiyaç duymadan vücudunuzun gerçekten neye ihtiyacı olduğunu belirleyip ona göre beslenebilirsiniz.
“D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİYLE MÜCADELEDE İLK ADIM BESLENMEALIŞKANLIKLARININ DÜZELTİLMESİ VE DAHA SAĞLIKLI BİR YAŞAM TARZI BENİMSENMESİDİR.”
4)GENÇ YAŞTA OLUP SÜREKLİ YORGUN OLMAK, UYUMA İSTEĞİ VE BAŞ DÖNMESİ BELİRTİLERİ TOPLUMUMUZUN BÜYÜK KESİMİNDE MEVCUT. BU BELİRTİLER GENELLİKLE D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ TANISIYLA KARŞI KARŞIYA KALIR. TEK SORUN D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ MİDİR?
D vitamini, kemik sağlığını koruma açısından en bilinen vitaminlerden biridir, çünkü kalsiyum ve fosfat dengesini düzenleyerek iskelet sistemimizin güçlü ve sağlıklı kalmasını sağlar. Ancak, D vitamini sadece kemikler için değil, vücudumuzdaki birçok biyolojik süreç için kritik öneme sahiptir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, D vitamini eksikliğinin kemik hastalıklarının yanı sıra kanser, otoimmün hastalıklar, Tip 1 ve Tip 2 diyabet, kalp hastalıkları, allerji, otoimmün ve hipertansiyon gibi pek çok ciddi sağlık sorunuyla ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. D vitamini, en yaygın formu olan kolekalsiferoldur. D vitamini Besinlerle alınabilir ya da ciltte bulunan 7-dehidrokolesterolden sentezlenebilir. Ancak vücutta aktif hale gelmesi için bazı kimyasal değişikliklerden geçmesi gerekir. İlk olarak 25- hidroksi vitamin D (25(OH)D) formuna dönüşür, ardından aktif form olan 1,25 hidroksi vitamin D (1,25(OH)2D) haline gelir. Vücuttaki etkileri genellikle genetik faktörler tarafından yönlendirilir. UVB ışınları, cildimizde bulunan 7-dehidrokolesterolden (provitamin D3) pre-vitamin D3 üretimini tetikler. Daha sonra, bu madde çeşitli enzimlerin etkisiyle aktif form olan 1,25 hidroksi vitamin D dönüşür. Tıpkı A vitamini gibi, aktif D vitamini de hücrelerde çeşitli biyolojik işlevleri düzenler. Bu, D vitamininin hücre içindeki D vitamini reseptörüne (VDR) bağlanmasıyla başlar. VDR, başka bir reseptör olan RXR ile birleşir ve bu karmaşık, belirli genlerin ifadesini düzenleyerek vücutta çeşitli işlevleri kontrol eder.D vitamini seviyesi, GC, CYP2R1, CYP27B1 ve VDR (vitamin D reseptörü) gibi belirli genlerle bağlantılıdır. Genetik testlerde bu genlerin varyantlarına bağlı D vitamini riskimiz yüksek görülmekte. VDR, D vitamini aktivitesini düzenleyen bir nükleer transkripsiyon faktörü olarak görev yapar. D vitamininin aktif formu olan 1,25 hidroksi vitamin D, hücre çekirdeğine girerek VDR’ye bağlanır ve retinoik asit X reseptörü (RXR) adı verilen bir başka nükleer reseptör ile birlikte çalışır. VDR/RXR kompleksi, çeşitli genlerin transkripsiyonunu düzenleyerek, bağışıklık sistemi ve inflamasyon gibi birçok biyolojik süreci etkiler. Bu durum, D vitamini eksikliğinin sadece kemik sağlığını değil, genel vücut sağlığını nasıl etkilediğini açıklamaktadır.%10 gende epigenetik değişiklik yapmaktadır.
Fareler üzerinde yapılan deneyler, özellikle yağlı bir diyetle beslenen farelerde, genlerde epigenetik değişikliklerin meydana geldiğini göstermiştir. Bu çalışmalar, çevresel faktörler ve beslenme alışkanlıklarının genetik yapımız üzerinde nasıl etkili olduğunu vurgulamaktadır. Yağlı bir diyet, vücutta D vitamini eksikliğine neden olabilecek epigenetik değişikliklere yol açabilir. Yani, bu genetik varyantlara sahip olmasanız bile, sağlıksız beslenme alışkanlıkları vücudunuzda D vitamini eksikliğine sebep olabilir. Bu nedenle, D vitamini eksikliğiyle mücadelede ilk adım beslenme alışkanlıklarının düzeltilmesi ve daha sağlıklı bir yaşam tarzı benimsenmesidir. D vitamini eksikliğine bağlı olarak bağışıklık sisteminde zayıflamalar, inflamasyon süreçlerinde artış ve kronik hastalıklara yatkınlık ortaya çıkabilir. D vitamini ve bağırsak sağlığı arasındaki ilişki, bilim insanları tarafından giderek daha fazla araştırılan bir alan haline gelmiştir. İnsan VDR’sinin bağırsak mikrobiyomunun modülasyonunu genetik olarak etkilediği bilinmektedir. VDR, D vitamini biyolojik etkilerinin bir anahtar düzenleyicisi olarak görev yapar ve özellikle bağırsak florasının geçirgenliğini sağlıklı tutmakta önemli bir rol oynar. D vitamini, VDR ile bağlanarak bağırsak hücrelerinin sağlığını korur, böylece bağırsakların geçirgenliğinin artması ve inflamasyonun tetiklenmesi gibi olumsuz durumların önüne geçer. Bunun yanı sıra, probiyotiklerle yapılan çalışmalar, bağırsak sağlığının korunmasında D vitamini ve VDR’nin rolünü daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Özellikle lactobacillusplantarum,lactobacillusrhamnosus, lactobacillusreuteritürü probiyotiklerin D vitamini seviyelerini artırma yeteneğine sahip olduğu gösterilmiştir. Bu probiyotikler, bağırsak mikrobiyotasının düzenlenmesinde ve bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemli rol oynar. İlginç bir şekilde, yüksek dozda D vitamini almak yerine, düşük dozlarda probiyotiklerle desteklenen D vitamini takviyelerinin de bu artışı sağlayabileceği yaptığımız çalışma ile kanıtlanmıştır. Bu da, D vitamini eksikliğinin tedavisinde sadece vitamin takviyesi yerine, probiyotiklerle birlikte dengeli bir beslenme planının da göz önünde bulundurulması gerektiğini gösterir.
“COMT ENZİMİ YAVAŞ ÇALIŞAN İNSANLARDA, BEYİNDEKİ DOPAMİN SEVİYESİ YÜKSEK KALIR VE BU DURUM DAHA FAZLA KAYGIYA YOL AÇABİLİR. BU YÜZDEN, BU KİŞİLER STRESTLİ ANLARDA DAHA ÇABUK HEYECANLANABİLİR VEYA KAYGI YAŞAYABİLİRLER.”
5)BAZI KİŞİLERİN SIKINTILI SÜREÇTE DAHA SOĞUKKANLI DURABİLİRKEN, BAZI KİŞİLERDE ANİDEN OLUŞAN STRES, KAYGI VEYA KORKU GİBİ DURUMLARIN DNA İLE ETKİSİ NEDİR? VE ÇÖZÜMLERİ NELERDİR?
Bazı insanlar stresli durumlarda daha sakin kalabilirken, bazıları aniden stres, kaygı veya korku gibi güçlü duygular yaşayabilir. Bu durum, kişinin genetik yapısıyla yakından ilişkilidir. Yani, nasıl tepki verdiğimiz sadece kişiliğimizle değil, genetik faktörlerle de ilgilidir. Özellikle Katekol-O-metiltransferaz (COMT) ve Monoamin Oksidaz (MAO) gibi genler, bu tür duygusal tepkiler üzerinde önemli bir rol oynar.
COMT geni, dopamin, epinefrin ve norepinefrin gibi beyin kimyasallarını parçalamaktan sorumlu bir enzimi üretir. Bu kimyasallar, stres anında devreye giren maddelerdir. COMT genindeki farklılıklar, bu enzimin ne kadar hızlı çalıştığını etkileyebilir. Örneğin, COMT enzimi yavaş çalışan insanlarda, beyindeki dopamin seviyesi yüksek kalır ve bu durum daha fazla kaygıya yol açabilir. Bu yüzden, bu kişiler stresli anlarda daha çabuk heyecanlanabilir veya kaygı yaşayabilirler. Diğer yandan, COMT enzimi hızlı çalışan kişilerde dopamin daha hızlı parçalanır, bu da stres karşısında daha sakin kalmalarını sağlayabilir.
MAO geni de dopaminin norepinefrin ve serotonin yıkımından sorumlu olan MAO enzimini kodlar. MAO enzimi ise dopamin, norepinefrin ve serotonin gibi kimyasalları parçalayarak sinir sisteminin düzenlenmesine yardımcı olur. MAO genindeki değişiklikler, bu enzimin aktivitesini etkileyebilir. MAO “savaşçı gen” olarak anılır. Genellikle agresiflik, risk alma ve cesaret gibi davranışlarla ilişkilendirilir. “Savaşçı gen” terimi, MAO-A genindeki düşük aktivite seviyeleri ile agresif davranışlar arasında bir bağlantı olduğu bulgularından türetilmiştir. MAO enzimi aşırı aktifse, beynimizdeki dopaminin norepinefrin ve serotonin hızla azalır ve depresyon veya anksiyete gibi sorunlar ortaya çıkabilir.
Kişilerin genetik yapılarına uygun olarak kullanıla kurkumin, kuersetin ve yeşil çay gibi epigenetik etkileri olan doğal maddelerin kullanımı psikolojik durumuna olumlu veya olumsuz etki edebilir. Bu maddeler genlerin çalışma şeklini olumlu yönde etkileyebilir ve stresi daha iyi yönetmemizi sağlayabilir. Burada dikkat edilmesi gereken bu epigenetik etkiye sahip takviyelerin kişilerin genetik yapılarına göre kullanılmasının önemli olduğudur. Genetiğine bağlı COMT enzimi yavaş çalıştığında bu kişilerde yeşil çay ve kuersetin COMT enzimini yavaşlattığı için kişilerin ajitasyonu artabilmektedir aynı şekilde genetiğine bağlı yavaş çalışan bir MAO enziminiz varken kurkumin ve yeşil çay daha da MAO enzimini yavaşlatarak ajitasyonu arttırmaktadır. Genetiğine bağlı MAO enziminin aşırı aktif olanlarda kurkumin ve Yeşilçay enzim aktivitesini azaltarak kimyasalların seviyesini dengelemeye yardımcı olabilir
Genetik yapının ne kadar önemli olduğunu fark ederek, kişiye özel beslenme ve takviye planları oluşturmak, stresle başa çıkma kapasitesini artırabilir ve kişiye özel çözümler geliştirilmelidir.
“İNGİLTERE ÖZELLİKLE TIBBİ ARAŞTIRMALAR VE KLİNİK DENEMELER KONUSUNDA DÜNYA ÇAPINDA BİR ÜNE SAHİPKEN TÜRKİYE; SAĞLIK HİZMETLERİNE ERİŞİM VE TIBBİ PERSONEL AÇISINDAN OLDUKÇA GÜÇLÜDÜR.”
6)HEM İNGİLTEREDE HEM TÜRKİYEDE YAŞAYAN BİR DOKTOR OLARAK TIP ALANINDA İKİ ÜLKEYİ KIYASLARSAK HANGİ ÜLKENİN ÖNDE OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ?
Her iki ülkenin de tıp alanında güçlü yanları ve kendine has avantajları var. İngiltere, özellikle tıbbi araştırmalar, klinik denemeler ve yenilikçi teknolojilerin kullanımı konusunda dünya çapında bir üne sahip. Örneğin, İngiltere’de ileri düzeyde genetik araştırmalar, kanser tedavileri ve kişiselleştirilmiş tıp alanında büyük ilerlemeler kaydediliyor. Ayrıca, sağlık sisteminin finansmanı ve organize yapısı, hastalara daha geniş çapta erişim imkânı sunuyor. Türkiye ise özellikle sağlık hizmetlerine erişim ve tıbbi personel açısından oldukça güçlü. Türkiye’deki hastaneler ve sağlık merkezleri, yüksek kaliteli sağlık hizmetlerini daha hızlı sunabilme kapasitesine sahip. Ayrıca, son yıllarda medikal turizm açısından büyük bir cazibe merkezi haline geldi. Türkiye’de sağlık hizmetlerine erişim daha hızlı olabilirken, İngiltere’de bu süreçler bazen daha yavaş olabilir. Ancak İngiltere’nin tıbbi araştırma altyapısı ve bilimsel gelişmeleri dikkate alındığında, her iki ülkenin de kendine has güçlü yanları olduğu söylenebilir.
Ben de hasimato troidit hiperlipidemi tip 2 diabet hastasıyım,bir çok sorunum var ve beslenmeye dikkat ederek okuyarak bedenim de görerek dikkat ederek yaşıyorum bazı testleri devlet hadtanelerin de yaptırma imkanım var mı bilmiyorum..
Aydınlatıcı bir yazı olmuş
Hocam çok sagolun herkesi aydınlatmaya çalışıyorsunuz bilgilerinizi paylaşıyorsunuz Allah işlerinizi kolaylaştırın sizin gibi doktorların sayısı artsın Gülşen hocam sizi çok tebrik ediyorum